Zamanı Algılama Ve Psikoterapi
GİRİŞ
Zamanın algılanması her çağda bilim adamları ve düşünürler tarafından üzerinde uğraşılan bir olgu olagelmiştir. Eski medeniyetlerin çeşitli yöntemlerle zamanlarını ayarlamaları, takvimler oluşturmaları bu çabaların bir göstergesidir. Başka boyutlarda da olsa yaşanılan zaman, hep merak edilmiş ve bir çerçeveye oturtulmak istenmiştir.
Aristo'dan Ebu Bekr er-Razi'ye, Eflatun'dan Gazali'ye, Farabi'den Kant'a kadar birçok doğulu ve batılı filozof, zaman ve mekâna, ya zihni ve akli bir olgu olarak, ya da fiziki ve varlıksal bir olgu olarak bakmışlar; onları insan ve varlıktan ayrı ve bağımsız olarak varlığa sahip, yani "mutlak varlık" olan birer olgu veya varlık türü olarak değerlendirmişlerdir (Bayraktar, 1989, s.10). O dönemlerde zaman ve mekân unsurları hesaba katılmadan, hiçbir fiziki veya metafiziki olayın düşünülemeyeceği görüşü hâkimdi. İnsanoğlu da kendini bunlarla mutlak manada sınırlanmış hissetmek zorundaydı. Ancak Einstein'ın genel ve özel izafiyet teorileriyle birlikte, klasik ve ortaçağ fiziğinin ve felsefesinin birçok kavramı gibi, zaman ve mekan kavramları da kökünden sarsıldı. Bu teoriyle artık zaman ve mekânın mutlak değil, izafi (göreli) olduğu ortaya konmuştur. Buradan anladığımız gerçek, zaman ve mekanın izafi (rölatif) olduğu, bunun için de onların ötesine geçilebileceği ve anlaşılabilirliğidir.
İnsanlar zamanı, birbirinden farklı tekerrür eğilimleri demek olan oluştan çıkarmaktadırlar. Zaman kavramı değişikliklerden doğar. "an" akıl için bir değişiklik ifade eden en hızlı bir tekerrür halkasıdır. Zihin, oluş içindeki zamanı ampirik (deneysel) olarak, eşit anların zincirleme bir birikmesi gibi sanmaktadır. O halde "an" nedir? Göz kapaklarımızın bir defa açılıp kapanması esnasında geçen süre mi? Yoksa bir mikron veya daha küçük bir mesafede duran iki nokta arasını kat eden ışık hızının veya daha süratli bir oluşun geçtiği süre midir? Yoksa "ezel-ebed" noktaları arasındaki milyarlarca yüzyılı aşan oluşu ve sayısız göz kırpmalarını ihtiva eden süre mi yekpare andır? Zaman sayısız anların bir birikmesi midir? Yoksa bütün zaman bir tek andan mı ibarettir (Arvasi, 1989, s.83).
İnsanlar pratik ve objektif kaldığı müddetçe, zamanı ve oluşları ölçerler. Varlığımızı etkileyen determinizm, (gerekircilik) algılamamıza ve zekamıza zamanı parçalatmaktadır. Akıl ölçüleri içinde kaldıkça ve objektif temellere bağlı kaldıkça zihnimiz, zamanı eşit oluşlara bölecektir. Akla tabi oldukça, zekamız, kendisi için en kısa ve en süratli tekerrür halkalarını "an" telakki edecek ve bu ölçüt içinde zamanı parçalayacaktır. "Göz kırpma" olayını en kısa "an" olarak almak istersek, o zaman zihinsel sürecimizde an'ı bir göz kırpması içindeki süre olarak kabul edeceğiz demektir. Netice olarak en süratli ve kısa oluş ne ise o "an" olacaktır.
EİNSTEİN VE ZAMANDA YOLCULUK
1887'de iki Amerikalı fizikçi Albert Michelson ve Edward Morley, ışık hızını aşmanın ve bu hıza ulaşan uzay adamlarının başlarına gelebilecek durumlarla ilgili çalışmalar başlatmışlardı. Ohio'da dünyanın bir durağan esir içerisinden geçiş hızını ölçmek için bir deney yaptılar. Onlara göre, ışık dalgalarının esir içinde, dünyanın uzaydaki hareketi yüzünden, "dünyanın esir içindeki hareketi yönünde" ondan uzaklaşırken ulaştığı hızdan kuşkusuz biraz daha yavaş yol alması gerekiyordu. Işığın hızı, dünyanın hareketi ne yönde olursa olsun 299.792 km yol aldığını bulmuşlardır.
Sorun, yalnız esir diye bir şeyin olmaması değildi; başka bir sorun daha vardı. Işık böyle anlaşılmaz davranıyorsa, bunun sonuçları neler olabilirdi? Einstein bu soruya 1905'te "özel görelilik" kuramı ile yanıt vermiştir. Eğer ışık, onun kaynağına doğru gitseniz de, ondan uzaklaşsanız da hep aynı hızla yol alıyorsa, o zaman çok yüksek hızlarda saatinizin yavaşlayıp durması gerekiyor. İkiz Paradoksu denilen bu durum, Einsteinnin ortaya attığı özel görelilik kuramının en ilginç yönüdür (Berry, 1989, s. 88).
İkiz paradoksu, bir ikizin yer aldığı düşünce deneyidir. Saatlerini ayarlarlar ve biri evde kalırken, öteki de bir uzay aracına binip uzun bir geziye çıkar. Uzayda gezintiye çıkan, geri döndüğünde saatlerini karşılaştırırlar. Özel görelilik kuramına göre, gezintiye çıkanın saati daha erken bir zamanı gösterecektir. Diğer bir deyişle, uzay aracındaki zaman dünyadaki zamandan biraz daha yavaş ilerleyecektir. Gezi, güneş sistemi ile sınırlı kaldığı ve görece düşük hızlarla yapıldığı ölçüde bu zaman farkı önemsiz olacaktır. Fakat çok uzak mesafeler ve "ışık hızına" yakın hızlar söz konusu olduğunda "zaman aralığı" denen bu fark insanı büyüleyebilmektedir.
Günün birinde bir uzay aracının ışık hızının ötesinde bir hıza ulaşmasını sağlayacak bir yol bulunabilir. Bu, galaksideki öteki yıldızlara, hatta belki de başka galaksilere yolculuğu olanaklı kılabilir. Dolayısıyla ikiz Paradoksu "salon oyunu"ndan öte bir şeydir. Bir hesaplamayla bu durumu açıklığa kavuşturmakta yarar vardır. Bir uzay adamı iki milyon ışık yılı ötede Andromeda'daki büyük sarmal galaksiye gitmek üzere dünyadan yola çıkıyor, giderken de ışık hızının % 99.9999...'undan daha büyük bir seyir hızına ulaşıyor. Gemi o kadar büyük bir hazla yol alacaktır ki, uzay adamı yolculuk sırasında ancak 5 yıl yaşlanır. Fakat dönünce dünyada 4 milyon yıl geçtiğini görebilecektir (Berry, 1998, s.88-89).
Bunların yanıtları, insan zihninin zenginliklerinin hareket, davranış ve yer değiştirme becerisine göre çok daha yüce, muazzam ve karmaşık oluşunda yatmaktadır. Yani kişinin zihinsel süreçlerinin işleme ve algılama biçimleri, yaşanılan "an" 'lara gidilmesi ve onların tekrar hayali yaşanmasıdır. Kişi gitmediği ve görmediği bir yeri ancak iletişim ve gözlem araçlarından elde ettiği bilgiler kadarıyla algılayabilmektedir. Gidip görülen ya da yaşanılan bir yer olsaydı "hadi bakalım oraya bir gidelim" demekle zihinsel süreçlerimizi faaliyete geçirerek gidip gelinmesi anlık bir durum olabilmektedir. Yaşanılan bir olayın anımsanması da bu şekilde açıklanabilir. İnsan, milyon yıl ötelere de gitmiş olsa, yaşamış olduğu bir olayı anımsaması ve onu zihinde tekrar canlandırması için milyon yıllara gerek olmadığı bir gerçektir. Dolayısıyla zamanın algısal boyutu ve göreceli olması, çizilmiş olan zamanımızın boyutlarını aşmakta ve zihinsel hareket alanımızı geniş tutabilmektedir.
ZAMANI ALGILAMANIN PSİKOTERAPİDE YERİ
Canlı bir varlık olan insan, kendi iç ve dış çevresiyle sürekli etkileşim halindedir. Güdüler, duygular, heyecanlar ve düşünceler gibi bir çok uyarıcılar, onun psikolojik ve biyolojik yapısını oluşturan içten gelen uyarıcılardır. Sosyal ve fiziksel oluşturan dış çevre ise; maddeler, olaylar, kişiler, sosyal ve fiziksel görüntüler olmak üzere bir çok uyarıcılarla doludur. Kişi canlılığını sürdürmek için kendini etkileyen, yani algı alanına bu uyarıcıları bilinçli veya bilinçsiz olarak değerlendirmekte ve onlara uygun düşen bir davranımda bulunmaktadır. Organizma, kendisini etkileyen bir uyarıcıya karşı uygun bulduğu bir davranımda bulunurken aynı zamanda kendisi de karşılaştığı durumu etkilemektedir. Yani insanoğlu, sadece uyarıcılara tepki veren pasif ve otomatik biri değil aynı zamanda ortamda etkin bir öğe olarak kendisi de ortamı etkilemektedir (Tan, 1992, s.10).
Gençtan (2002), Quantum fiziğine, astrofiziği de katarak psikoterapiye nasıl yansıdığını açıklamaya çalışmaktadır. Quantum fiziği sayesinde, evrenin tümünün, dolayısıyla üzerinde yaşadığımız yeryüzünde de canlı cansız diye ikiye ayırmaya alıştığımız bütün nesnelerin aynı kozmik kurallara göre subatomik bir ahenk içinde olduklarını fark etmek, psikoterapide yaşanılan, fakat bir çerçeveye sokulması mümkün olmayan birçok duruma da bir açıklama getirmektedir. Aynı anda bir takım şeylerin sürekli var edilip yok edildiği bir dans bu. Örneğin ülkemizin haline baktığımızda, biz iyi yolda mıyız, kötü yola mı girdik sorusunun cevabını vermek biraz güçtür. Bir şeyler olabildiğince siyah, bir şeyler her zamankinden daha beyaz ve bir hareketlilik var. Bunun ne kadarı yıkıcı, ne kadarı yapıcı ve yaratıcı. Galiba aralarında bir denge var ki, buna fizikte "kaosun kenarındaki varoluş" denilmektedir.
Çeşitli bilim adamları zaman zaman "İnstitute of Santafe"de bir araya gelip, bilimler arası kozmik dansı sürdürmeyi amaçlamaktadırlar. "Lineer (çizgisel) zaman"dan, yani bir çizgi üzerinde hareket eden zaman. "Bu bitti ve ondan şu başladı... gibi. Gençtan (2002), bu zamansal yaklaşımı Ben yıllarca, süreci bir çizgi üzerinde devam eden bir şey zannettim. Quantum fiziği beni öyle bir noktaya getirdi ki, Antik Yunan kalma be Batının çok benimsediği, dolayısıyla bizim de benimsemiş olduğumuz düşünce biçimlerini ve onların üzerinde hareket ettiği lineer zaman aracılığıyla birçok şeyi anladığımızı yalnızca farz edebiliriz. İnsan bunları görmeye başladığında teropötik süreçlerin neden lineer zaman zemininde kavranamayacağını daha iyi anlıyor. Bence orada bir avantajımız var, Asya'dan getirdiğimiz zaman anlayış ve kavrayışının Lineer değil, döngüsel olması gibi. Ancak doğulu bir dil konuştuğumuz halde Batılı gibi yaşamaya çalışmamızın bir avantaj olup olmadığını da bilmiyorum" biçiminde açıklamaktadır.
Bazen olup bitenlere Aristo mantığı ile (yani orta kavramlardan yoksun ve Lineer zaman doğrultusunda) bakmak, işin içinden çıkılamaz hale getirebilmektedir. Çünkü olaylar ya o, ya da bu şekilde bakılarak anlaşılamayabilir. Çünkü Aristo mantığı çoğu zaman olayı ve olguları izahta yetersiz kalmaktadır. Aristo mantığına göre; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Türk vatandaşı olmalıdır, A. Necdet Sezer Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanıdır, o halde A. Necdet Sezer Türk vatandaşıdır. Psikotik bir hasta bu cümleleri alır ve "Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Türk vatandaşı olmalıdır, ben Türk vatandaşıyım, o halde ben Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanıyım" diyebilir. Bu duruma "paleolojik mantık"denilmektedir, ancak bunların ikisinin arasında başka çıkarımlar var. Bu duruma puslu mantık (Fuzzy Logic) yaklaşımı denilmektedir.
Fuzzy mantığı, ya o ya bu arasında kalan olasılıkları da ortaya koyması bakımından, gerek dünyaya bakış açımızı, gerekse de danışanlarımızla ilişkilerimizde, mantıklı olan nedir, mantık dışı nedir, meselesini getiriyor önümüze. "Mantık", korteksin ürünüdür ve korteksler aracılığıyla sürdürülen bir psikoterapinin fazla bir şey kazandırabileceği ihtimali düşüktür. Alfred Adler, "Hastasıyla terapist, aynı yorumda mutabıksalar yorumun yanlış olmasının hiçbir önemi yoktur" der. Gerçekten de önemli olanın aynı zaman ve mekân boyutunda buluşabilmek olmasıdır. (Gençtan, 2002).
"Algı" daha önceki deneyimleri ve öğrenme süreçlerini içerir. Algı yanılmaları, algılama düzenimizin hayata açık olduğunun en güzel kanıtıdır. Uyarıcının değişik olması, hareketli olması, tekrarı, büyüklüğü, şiddeti ve rengi dikkatimizi çekmede etkilidir. Bireyin gereksinimleri ve değerleri onun algılayışını büyük ölçüde etkiler. Bazı algılama yetenekleri doğuştandır, ne var ki kişinin öğrendikleri ve deneyimleri, doğuştan gelen bu yeteneklerin gelişmesinde önemli rol oynar (Cüceleğlu, 1991, s.138).
Algılamalarımızın büyük bir çoğunluğu, algısal beklentilerimizin (perceptual expectations) etkisi altındadır. Diğer bir deyişle, beklediğimiz şeyleri algılarız. Deneyimlerimize dayanarak hem nesnel, hem de sosyal çevremizle ilgili birçok beklentiler geliştiririz ve bu beklentiler daha sonraki algılamalarımızı sürekli etkiler. Ayrıca "gerçek dünya" dediğimiz dış çevrede, nesnelerin birbirini nasıl etkilediğini öğrenerek, beklentiler geliştirmiş oluruz. Yağmur yağarsa toprak ıslanır, bıçak keser, taş camı kırar vb...
Bizim algılama durumlarımız, doğal yaşamda düşüncelerimiz, içinde bulunduğumuz şartlara göre düzenlenir. Düşünceler; dış ve iç uyaranların etkisi altındadır. Bireyde kendi benliği ya da çevresi ile ilgili uyaranlar, istekler, beklentiler ve koşullar düşünceye yön verir (Öztürk, 1989, s.168). Örneğin aç bir kişinin düşüncesinde yiyecek egemen olabilir. Zihnimizde her düşünceyi bilince çağıramayız. Bunu denemek istesek bile "içsel" bir dirençle karşılaşabiliriz. İşte psikanalizde bu düşünce ve algılamaların bir manası vardır. Çünkü çağrışım, çağrışımı doğuracaktır. Terapist, "Zevk aldığın bir yolculuğa çıktın ve etrafını zevkle seyrediyorsun. Neler görüyorsan bana anlat, ama bütün ayrıntıları" gibi bir yaklaşımla algılamalar üzerinde çağrışımlar yapmaya çalışır.
Psikanalizde bu kavram (serbest çağrışım) bir bakıma düşüncelerdeki denetim ve baskının, direncin ayaklanması, kaldırılması olarak tanımlanabilir. Burada bireyin kendisiyle "geçmişe yolculuk" yaptığımızı, ama yorumsal bütünleştirmeyi ise "şimdi" yapmaya çalıştığımızı unutmamalıyız. Yani algılamalar üzerinde derinlemesine paylaşılması gereken durumlar varsa, terapist bunun zamanını iyi ayarlamalı ve zaman boyutunu kullanarak danışanının inmek istediği zaman dilimine kadar inmelidir (Egan, 1975).
Zamanlaması ayarlanmış doğru bir yorum yapıldığında danışan, kısa bir duygusal bocalama döneminden sonra, yeni çağrışımlar üretmeye başlayabilir. Genel olarak sağaltımın iyi yönde ilerlemesini gerçekleştirecek temel; terapistin, danışanın psikodinamiğini iyi anlayabilmesinden daha çok, iyi zamanlanmış yorumlarda danışanın bilinçdışı direncini azaltarak kendi iç dünyasını kendisinin tanımasına olanak hazırlamaktır.
Kendine ayrılan zamanın sınırlı olduğunun ve bu zamanın bitiyor olduğunun bilincinde olmak, kişiyi anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırabilir. Anlamlandıramadığı yaşantılar kaygı vermeye başlar ve suçluluk duymaya başlar (Gençtan, 1992, s.160). Bu duygularıyla yüzleşmemek için pekiştirdiği kaçınma mekanizmaları giderek kendisine daha da yabancılaşmasına neden olur. Elbette bütün bunlar insanların "zihin zenginliği" nin etkinlik ve faaliyet alanlarından muazzam derecede geniş olmasından kaynaklanmaktadır. Hangi birimiz "keşke şunu da yapsaydım, şu ifadeyi keşke kullanmasaydım" gibi durumlar yaşamıyoruz. İşte gerçekteki hareket dağarcığımızın cılız kalması, zihin zenginliğine yetişememesi durumu tipik olarak bu şekilde açıklanabilir.
Terapi ortamında en çok karşılaşılan tutumlardan biri "dirençler" dir. Danışan yaptığı şeyi aslında bir direniş olsun diye yapmamakta, aksine farkına varmadan ortaya koymaktadır. Onu bu gerçeği anlayacak ve hesaba katacak noktaya getirdiğimizde, ileriye doğru büyük bir adım atmış sayılırız. Belirtilerin kendisine bu kadar üzüntü veren, onlardan kurtulabilmek için zaman, para, gayret harcamaya ve kendi kendine hakim olmaya hazır olan danışanın, kendisine sunulan psikolojik yardıma karşı direnmesi anlamsız bir iştir (Freud, 1993, s.85). Burada unutulmaması gereken önemli bir durum; Herkesin kabul edebileceği etkili bir "zaman yönetimi" veya sağlıklı zaman kullanma anlayışı vardır. Vardır ama nasıl? Bunu uygularken insanların kendi kişisel özellikleri, deneyimleri ve kuramsal düzeydeki bilgilerinin etkili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla net yaklaşımlar olarak insanların ellerine "reçeteler" sunarken dikkatli davranmak ve "şimdi" yi değerlendirmekte sayısız yararlar olacaktır.
SONUÇ
Yaşadığımız an, "şimdi" dediğimiz içinde bulunulan zaman (here and now) biricik gerçektir. Geçmiş zaman, başka bir boyutta kalmıştır. "an", içinde bulunduğumuz şu geçici zaman, her an geçmişe karışmaktadır. Bütün olaylar akan bir ırmaktaki su damlacıklarına benzetilebilir. Akıp giden sular gibi olup biten olayların yeniden yaşanmasına, "mazi" denilen geçmiş zamanın tekrar gelmesi olası değildir. Gelecek ise henüz şekillenmemiş, biçimlenmemiştir. Bir yıl, bir ay sonra, bir gün hatta bir saat sonra bile ne olacağı noktasında kesin olarak bir yargı geliştirmemiz bizi yanıltabilir.
Bedenimizle şimdide ve burada yaşarız. Zihnimiz ise şimdi, geçmiş ve gelecekle ilgili karışık bir ilişkinin içerisindedir. Geçmiş başarısızlık ve noksanlıklarımızla kederlenir, eksik yapılmış işlerin içimizde ezintisini, kötü yapılmış işlerin suçluluğunu duyarız. Öte yandan henüz belirlenmemiş geleceğin neler getireceğinden kaygılanır ve kuşkulanırız. Bütün bunlar insanın ayağını yerden (şimdiden, içinde yaşanılan zamandan ) keser. Halbuki şimdi ve burada içinde bulunduğumuz zaman ve mekanda nasıl olduğumuzu bir algılayabilsek, duyuşsal yaşantılarımızın farkına varabilsek, geride kalmış bir geçmişten ya da bizden pek uzak bir gelecekten, içinde bulunduğumuz zamana bir dönebilsek ne kadar mutlu olduğumuzun yavaş yavaş hoş bir şaşkınlıkla farkına varabiliriz (Roger, 1942-1994). Gerçekten "an" ı bilinçli olarak yaşayabilmek sonsuzluğun algılanmasına açılabilecek bir yoldur.
"Şimdi" yi yaşamak kolay bir beceri değildir. İnsanların çok azı bunu yapabilme becerisine sahiptir. Başka bir ifade ile insanların bir kısmı daha çok geçmişte (maziye yönelik) bir kısmı ise gelecekte (istikbale yönelik) yaşarlar. Pek az insan içinde bulunulan zaman ve zeminde yaşar. Varoluşçuluk felsefesine göre "an"ın içinde yaşanılan zamanın büyük önemi vardır. "Şimdi ve burada" zamanın en dikkate değer anıdır. Kişinin olgunlaşmasında ve kendini en iyi biçimde gerçekleştirebilmesinde an'a verilen değerin büyük önemi vardır. Harekete geçilecek zaman şimdidir. Çünkü içinde yaşanılan zaman geçmişi kapsar ve bugünkü duyuş ve algılamalarımız geleceği etkiler. Bugünkü durumun iyi ve sağlıklı bir biçimde kavranması, geçmişe ve geleceğe de ışık tutan bir süreç olacaktır.
KAYNAKÇA
Arvasi, S. Ahmet. (1989). Kendini Arayan İnsan. İstanbul: Bereket Yayınevi.
Bayraktar, Mehmet. (1989). Tasavvuf ve Modern Bilim. İstanbul: Seha Neşriyat.
Berry, Adrian. (1998). Bilimin Arka Yüzü. (Çev: R. Levent Arsever). Ankara: Tübitak.
Cüceloğlu, Doğan. (1991). İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Egan, Gerard. (1975). Psikolojik Danışmaya Giriş. (Çev: Füsun Akkoyun ve diğerleri). Broks/Cole Company Monterey. California.
Ferud, Sigmund. (1993). Davranış Bozuklukları Tedavisi. (Çev: Emine Sarıoğlu). İstanbul: Düşünen Adam Yayınları.
Gençtan, Engin. (1992). İnsan Olmak. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gençtan, Engin. (2002). Kişilik ve Psikoterapi Yazıları. İstanbul: Alan Yayıncılık.
Öztürk, Orhan. (1989). Psikanaliz ve Psikoterapi. İstanbul: Evrim Kitabevi.
Rogers, Carl. (1942). Counseling and Pyschotheapy. Boston: Houghton Mifflin.
Rogers, Carl. (1994). Etkileşim Grupları. (Çev: Hamdullah Erbil). Ankara: Ekin Yayınları.
Tan, Hasan. (1992). Psikolojik Yardım İlişkileri. İstanbul: Milli Eğitim Yayınevi.
[ Üyelere Özel ] 26-07-2006 11:03:03
ilginç ama gerçekçi